Bazen kendi kendime soruyorum, biz gerçekten ne yiyoruz? Ne içiyoruz? Sofraya gelen domates hâlâ domates mi? Ya buğday, buğday mı? Eskiden tarladan gelen her şeyin tadı, kokusu başkaydı. Şimdi tabağımıza koyduğumuz her lokma sanki bir kimya deneyinden çıkmış gibi. Nasıl bu hale geldik, inanın insanın aklı almıyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya bir yol ayrımına girdi. Toprağa barut gömen eller, bu kez rotasını tarıma çevirdi. Her şey tohumla başladı. Savaştan çıkan büyük devletler silahlarını bıraktı ama savaşma biçimlerini değiştirdi. Artık tankların yerini tohumlar aldı. Kulağa masum geliyor değil mi? Ama bir tohumu kontrol etmek, aslında bir ülkenin geleceğini kontrol etmektir. Bunu çok iyi bilen küresel devler isimlerini hepimizin bildiği ama telaffuz etmekten çekindiğimiz o birkaç şirket gıdayı sessizce ele geçirdi.
Bir de kısır tohum meselesi var. Çiftçiye verdiler, “verimli” dediler. Ekiyorsun, mahsul alıyorsun ama o ürün tekrar tohum vermiyor. Yani seneye tekrar aynı tohumu satın almak zorundasın. Özellikle İsrail gibi bazı ülkelerin şirketleri bu işin merkezinde. Çiftçi artık tarlasına değil, şirkete bağımlı hale geldi. Her sezon aynı yerden satın almak zorunda. Haliyle köylü tarlasına değil, şirkete çalışır oldu.
Üstelik bu tohumlar doğal değil. Toprağın dengesini bozuyor, zararlı böcekleri çekiyor. Ne dediler? “Merak etme, şu ilacı sık.” Sıktık. Sonra ne oldu? O ilaçlı sebzeleri yiyen insanlar hastalanmaya başladı. Asıl çarpıcı olan şu aynı şirketler hem bu tarım ilaçlarını satıyor, hem de o ilaçların yol açtığı hastalıklara “çözüm” olarak ilaç üretiyor. Yani bir yandan zehirliyor, öte yandan “şifa” dağıttığını iddia ediyor. Zehir de onlardan, panzehir de, işte bu sistem böyle işliyor.
Rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun dediği gibi “Tohumu sattılar, böcek geldi. ‘İlaç sık’ dediler. İnsan hastalandı. ‘Aşı ol’ dediler. Hepsini aynı şirket yaptı.” Daha net nasıl anlatılır bilmiyorum.
Bu kısır döngüden kurtulmazsak gıda üzerinden kurulmuş bu düzene hep mahkûm olacağız. Çünkü gıda artık sadece karnımızı doyurmak için değil, bizi kontrol etmek için kullanılıyor. Su, tohum ve tarım… Bunlar bir milletin bağımsız kalabilmesi için hayati unsurlar.
Market rafları dolu diye kendimizi güvende sanıyoruz. Ama orası sadece bir vitrin. Arkasında ne oyunlar dönüyor, görmüyoruz. Her şey ambalajlı, her şey renkli, sanki sağlıklıymış gibi. Oysa her lokmada bizi yavaş yavaş bağımlı kılan bir sistem var. Ve biz, ambalajı şık diye o lokmayı sorgusuzca ağzımıza atıyoruz.
Gıda bağımsızlığı, bir ülkenin gerçek bağımsızlığıdır. Gelecekte savaşlar tüfekle değil, tohumla kazanılacak. Tohumunu, çiftçisini, tarlasını kaybeden millet; geleceğini de kaybeder. Bu yüzden tarlasına, köylüsüne sahip çıkan milletler ayakta kalacak. Yerli tohum, temiz su, akıllı tarım politikaları… Bunlar artık bir tarım meselesi değil, bir memleket meselesidir.
Evet ben bazen gerçekten soruyorum kendime, gerçek domatesi en son ne zaman yedim? O buram buram buğday kokusunu en son ne zaman duydum? Hatırlayamamak, her şeyden daha üzücü. Peki siz gerçek domatesi en son ne zaman yediniz?