Devletlerarası ilişkilerde temel bir ilke vardır: Mütekabiliyet. Türkçesiyle “karşılıklılık.” Bu ilke, bir devletin başka bir devlete tanıdığı hakların, o devletten de aynı şekilde beklenmesini ifade eder. Diplomasi, ticaret, vize uygulamaları ve gayrimenkul edinimi gibi birçok alanda denge ve eşitlik sağlamak için kullanılır. Yani bir ülke, vatandaşlarımıza vize uyguluyorsa, biz de o ülkenin vatandaşlarına aynı uygulamayı yaparız. Teoride böyle. Peki pratikte?
Cumhuriyet tarihimiz boyunca Türkiye, kendi menfaatleri doğrultusunda adım attığında, çoğu zaman “dost” ya da “müttefik” olarak tanımlanan ülkelerin ambargolarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’dır. Soydaşlarımız Rumlar tarafından katledilirken Türkiye, uluslararası hukuktan doğan garantörlük hakkını kullanarak adaya müdahale etti. Ancak bu adımın ardından başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke Türkiye’ye ambargo uyguladı. O dönemde savaş uçaklarımızın yakıtını Libya lideri Muammer Kaddafi temin etti. Türkiye ise buna karşılık olarak, dönemin Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan’ın kararıyla İncirlik Üssü’nü kapatarak el koydu.
İşte bu, mütekabiliyetin somut bir örneğiydi.
Ancak 1980’li yıllarda askeri darbe ile başa gelen Kenan Evren liderliğindeki cunta yönetimi, ilk iş olarak İncirlik Üssü’nü ABD’ye yeniden açtı. Bununla da kalmadı; o zamana kadar Avrupa ülkelerine vizesiz seyahat eden Türk vatandaşlarına vize uygulanmasının önünü açtı. AB ülkelerinden Türklere vize konulmasını isteyen kişi Kenan Evren’di. Darbeciler
Gitse de vize kararı kalıcı oldu.
Bugün hâlâ Avrupa’ya gitmek isteyen her Türk vatandaşı, zaman ve para harcayarak vize almak zorunda. Oysa Türkiye, hiçbir zaman bu ülkelere karşı mütekabiliyet ilkesini işletmedi. Oysa işletseydi, birçok ülke geri adım atmak zorunda kalabilirdi.
Yakın geçmişte de benzer örneklerle karşılaştık. Türkiye’nin savunma sanayisinde attığı adımlar, özellikle Baykar gibi şirketlerin geliştirdiği İHA ve SİHA’lar, bazı müttefik ülkeleri rahatsız etti. Bu ülkeler, gece görüş kameraları gibi kritik parçaları Türkiye’ye satmayı reddetti. Hatta uçak motorları bile verilmedi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıklamalarıyla bu ambargoların boyutu daha net anlaşıldı. Bu durum bize bir kez daha gösterdi ki, dışa bağımlılık bir ülkenin en büyük zaafıdır. Bu yüzden Türkiye, savunma sanayisinde kendi kendine yeten bir ülke olma yolunda kararlılıkla ilerlemelidir.
2019 yılında ABD, Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından çıkardı. Gerekçe olarak Türkiye’nin güvenlik politikaları gösterildi. Üstelik CAATSA yaptırımları da devreye sokuldu. Peki Türkiye buna karşı ne yaptı? Hangi yaptırımları uyguladı? Hangi adımları attı? Bu sorular hâlâ cevapsız.
Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye ekonomisinden çok daha zayıf olan ülkeler bile Türk vatandaşlarına vize uyguluyor. Bu uygulamayı bir üstünlük göstergesi olarak kullanıyorlar. Oysa bu, açık bir haksızlıktır. Geçtiğimiz ay Karadağ’da yaşanan bir kavga sonrası, Türk vatandaşlarına vize uygulanmaya başlandı. Olayın Türklerle ilgisi olmadığı ortaya çıkmasına rağmen, Karadağ yönetimi özür dilemek ya da kararı gözden geçirmek yerine vize uygulamasını yürürlüğe koydu. Bu da Türkiye’nin açıkça haksızlığa uğradığının bir başka göstergesidir.
O hâlde yapılması gereken nettir: Mütekabiliyet ilkesini kararlılıkla uygulamak. Bize vize uygulayan her ülkeye aynı şekilde karşılık vermek. Bu, sadece bir tepki değil; aynı zamanda bir saygınlık meselesidir. Devletlerarası ilişkilerde eşitlik, ancak karşılıklılık ilkesiyle sağlanabilir. Dostluk, tek taraflı olmaz. Gerçek dost, zor zamanında yanında olandır. Bize ambargo koyanları da, destek olanları da unutmamalıyız.
Mütekabiliyet, sadece bir dış politika ilkesi değil; aynı zamanda bir onur meselesidir. Türkiye’nin artık bu ilkeyi daha kararlı ve tutarlı bir şekilde uygulaması, hem uluslararası saygınlığını artıracak hem de vatandaşlarının haklarını koruyacaktır.