Bugün sizleri zamanda küçük bir yolculuğa davet ediyorum.
Modern hayatın hızı içinde unuttuğumuz zarif detayları hatırlamak, biraz durmak ve derin bir nefes almak için. Gelin, geçmişin sokaklarında, ahşap cumbaların gölgesinde kısa bir gezintiye çıkalım. Osmanlı’nın yalnızca bir devlet değil, aynı zamanda bir nezaket medeniyeti olduğunu birlikte yeniden keşfedelim.
Bu, gündelik yaşamın içine gizlenmiş inceliklerle mahremiyetin, saygının ve toplumsal ahengin mimariye, sofra adabına, hatta bir kapı tokmağına kadar yansıdığı bir kültür. Aslında, bizi biz yapan değerlere, köklerimize dönmekten söz ediyoruz.
Bir ev düşünün duvarları ahşap, cumbaları ince bir zarafetle sokaklara nazır. Gösterişin değil, sadeliğin izini taşır. Kalıcılığın değil, onurlu bir geçiciliğin temsilcisidir bu yapı. Çünkü Osmanlı evi dediğimizde, sadece bir mimari yapıdan değil zamanın ruhundan, insanın kalbinden ve toplumun sesinden söz ederiz. Her taşında, tahtasında şu kadim öğreti yankılanır “Bu dünya misafirliktir..”
Ve işte bu öğreti, hayatın her detayında kendini gösterir. Bugünün beton apartmanlarında yankılanmayan bir sessizlikle başlar Osmanlı evinin hikâyesi. Ancak bu sessizlik, soğuk ve yabancı değil; iç huzurunu taşıyan, zarafetle örülmüş bir sessizliktir. Kapısında iki ayrı tokmak vardır mesela. Kalın ve tok sesli olan erkek misafirlere, ince ve zarif tınılı olan kadınlara mahsustur. Bu sayede ev halkı, kapıya kim geldiğini bilir, evin hanımı da buna göre davranırdı. Çünkü Osmanlı’da incelik, her zaman ayrıntıya gizlenmişti.
Misafirlik de aynı hassasiyetle karşılanırdı. Misafir bir yük değil, bereketin ta kendisiydi. Bir fincan kahveyle başlayan ikramın yanında sunulan bir bardak su, aslında sessizce sorulan bir soruydu: “Aç mısınız?” Eğer misafir önce suyu içerse sofralar hazırlanır, kahveyi içerse yalnızca bir meyve ikram edilirdi. Nazik ve gururu incitmeyen bu anlayış, toplumsal ahengin görünmeyen ama hissedilen temeliydi.
İletişim sadece sözle sınırlı değildi. Penceredeki bir çiçek bile bir şey anlatırdı. Sarı bir çiçek, o evde hasta olduğunu bildirirdi: “Gürültü yapma.” Kırmızı bir çiçek ise evde bekâr bir genç kızın varlığını ima ederdi “Sözlerine dikkat et.” Çünkü nezaket, kelimelerden çok daha öte bir yerde, bazen bir renkte, bazen bir bakışta gizliydi.
Mimari ise insanın ruhunu gözetirdi. Osmanlı evlerinde pencere açmak bile komşuya sorularak yapılırdı. Cumbalar dışarıyı görür, içeriyi saklardı. Mahremiyet, sadece kadına değil, insana duyulan saygının bir tezahürüydü. Güneş girsin ama göz girmesin diye tasarlanan gölgelikler, mahremiyetin estetikle buluştuğu noktalardı. Çocuklar, sokakta oynamayı; evde ise susarak öğrenmeyi bilirdi. Çünkü evin duvarları sadece sesi değil, terbiyeyi de yansıtırdı.
Ve doğayla kurulan güçlü bağ.. Her evin küçük bir bahçesi olurdu. Toprağa değmeden yaşamak eksiklikti. Eğer bir ağaç kesilecekse, evin planı değişirdi. Camii avlularına kuşlar için yem serpilir, minare gölgelerine kuş evleri yapılırdı. Bugün “hayvan hakları” yeni yeni konuşulurken, Osmanlı bu sevgiyi duvarlarına çoktan işlemişti.
Bu yüzden Osmanlı’da ev, zenginliğin değil, tevazunun simgesiydi. Taş evler kibirle, ahşap ise doğaya ve faniliğe gösterilen saygıyla ilişkilendirilirdi. Kalıcı olan servet değil, ardında bırakılan izdi. Vakıflar kurulur, sadaka taşlarına kimse görmeden bırakılan paralarla yoksulların onuru korunurdu. Cami veya türbe köşelerinde bulunan bu taşlar, sessiz yardımlaşmanın en estetik halini sergilerdi. Kimse kimseye minnet duymaz, kimse kimseye üstünlük taslamazdı. Yardımın adı bile olmazdı; çünkü kalpte kibir filizlenmesin istenirdi.
Peki ya şimdi?
Bugün yüksek duvarlarla, güvenlik sistemleriyle çevrili evlerimiz var. Ama o evlerde ne bir selamlık oda, ne de cam kenarında düşünceye dalmış bir insan var. Mahremiyeti unuttuk, misafirliği yük saydık, zarafeti ise lüksle karıştırdık. Oysa Osmanlı evleri, başka bir hayatın mümkün olduğunu hâlâ fısıldıyor. Ahşap bir dilde, zamana direnen bir ahlakla..
Unutmayalım: Bu dünya bir misafirliktir. Ama bu misafirlikte ev sahipliği yapmak, nezaketle ağırlamak, incelikle yaşamak gerekir. Osmanlı evleri, bu yaşamın mümkün olduğunu kanıtlayan ahşap birer belge gibi hâlâ aramızda duruyor. Yeter ki kulak verelim. Yeter ki onları yalnızca “güzel” değil, “anlamlı” bulmayı da öğrenelim.
Belki bugün, bu zarif kültürü sadece hatırlamakla kalmayıp yaşatmayı da deneyebiliriz. Bir gül suyu serpelim odamıza, komşumuza bir tabak tatlı gönderelim, ya da sadece sessizce bir misafiri ağırlayalım.
Çünkü zarafet, gürültüde değil sükûnettedir. Bir fincan kahvede, pencere kenarındaki çiçekte, kapı tokmağının tınısında yaşar gerçek medeniyet. Ve bizden geriye ne bir mal, ne bir mekân kalır. Sadece bir iz, bir his, bir dua kalır.
Tüm çabamız, bu gök kubbede hoş bir sadâ bırakmak için olmalı. Ahşap duvarlara sinmiş o tevazu gibi. Cumbadan süzülen bir selam gibi. İnsanı yormayan, ama insanı unutmayan bir hayat gibi..